15-18 Haziran 2914 tarihleri arasında Türk şiirinin Peri Kızı Ayşe Paslanmaz organizasyonu ve Türk
Dünyasının gözde milletvekili Ganire Paşayva’nın davetiyle Azerbaycan’da idim.
Basit anlamı ile bir yurt dışı seyahati, bir şiir organizasyonu gibi görünse de bu seyahat benim için bin
yıl sürmüş özlemin sonu, baldıran zehrinden acı bir hicranı bitiren muhteşem bir vuslattı.
Azerbaycan ziyareti; lise yıllarından beri “Paris, Londra, Venedik” hayalleri kuran yaşıtlarıma inat,
Peygamber Efendimizin ayak izlerini arayacağım topraklardan sonra en çok gitmek istediğim ata yurdumuza
atacağım ilk adımdı.
Azerbaycan ziyareti ;1990’ların hemen başında dimağıma kazıdığım Mehmet İsmail’in ;
“Sebebi ne idi dökülen kanın,
Neden yurdun adı Karabağ oldu?
Karabağ, Karabağ Azerbaycan’ın
Yaralı bağrında Karabağ oldu.”
Mısraları ile, Rüstem Behrudi’nin ;
“Yolumu gözledin kaç seher-akşam,
Selam dar ağacı, aleyküm selam.
Ecelle ölmeye doğulmamışam,
Selam dar ağacı, aleyküm selam.
O hansı millettir tarihi sırdı,
Yüz adla bölündü gene de birdi,
Meni hüzürüne bu dert getirdi,
Selam dar ağacı, aleyküm selam.”
…………..
Şiirine sarıp sarmalayıp sakladığım yaralarımın tedavisi, Karabağ’daki kardeşlerimizin kayıpları için taziye,
Ermenilerce katledilen şehitlerimizle helalleşme idi.
Azerbaycan ziyareti; Rus destekli Ermeni işgalcilerine karşı Bakü’yü korumak için yüz yıl önce Nuri Paşa
komutasında İstanbul’dan yola çıkan “Kafkas İslam Ordusu’nun” ebedi kahramanlarına Anadolu’nun selamını
ulaştırma seferi idi.
Uçağımız Hazar’ın bağrına bir kartal başı gibi saplanmış Bakü’ye Hazar üzerinden alçalırken yüreğim,
tarihimin ve milletimin üstüme yüklediği işte bu görevleri ifa edebilecek olmanın huzuru ile doluydu.
Bakü Havaalanına inişimizle başlayan ilgi ve alaka aslında Azerbaycan’da misafir olacağımız dört günlük
zaman zarfında yaşayacaklarımızın göstergesi gibiydi. Türkiye’den gelmiş olmak, şair olmak, hele bir de
Ganire Paşayeva’nın misafiri olmak Azerbaycan’da ayrıcalıkların en güzeli idi.
Havaalanı, otele yerleşme, Azerbaycanlı kardeşlerimizle ilk temaslar…
Öğle yemeği için Sumgayıt’ta Turan restorandayız. Sahibi Karabağ gazisi Mübariz Hacıoğlu. Yaşlarımız
bir birine yakın. Yani benim “vatan-millet” konulu nutuklar çektiğim çağlarda o elinde silah, düşmana karşı
savaşmış; vurmuş, vurulmuş. Yaralanmış. Şimdi vatanını sözde değil cephede savunmuş olmanın gururu ile
karşımızda. Onunla konuşurken anlıyorum ki şimdiye kadar yazdığım ve bundan sonra yazacağım hiçbir
kahramanlık şiirinin üç kuruşluk değeri yok. “Gazi” bizi ağırlamak için elinden geleni yapıyor. Her birimizin
başında bir garson bekletiyor. “Gak deyince et, guk deyince su” misali.
Aynı günün akşamı Bakü Reşid Behbudov Kültür Merkezi’ndeki görkemli açılışta Azerbaycan kültür ve
sanat hayatının en önemli isimleri bizimle beraber . Türkiye’de de tanınan Azerbaycanlı ünlü sanatçı Azerin,
Azerbaycan şiirinin ve müziğinin en tanınmış simaları… Yaklaşık üç saat süren programa gelip salonu hınca
hınç dolduran kalabalığın son ana kadar salonu terk etmeyişi… Ve anladık ki bizim bu toprakları özlediğimiz
kadar bu toprağın insanı da bizler için hasretlik çekmiş.
Sabah kahvaltı sonrası Bakü turu. Önemli yerler, şehitlikler, şehitlikler. Bakü’de nereyi gezerseniz gezin.
Neleri görürseniz görün şehitliğe attığınız ilk adımda gördüğünüz, duyduğunuz her şey kafanızdan siliniyor.
Tarihin, sanatın, estetiğin üstünü koca bir millet olarak size duyulan kinin ve kanın ağır kokusu örtüyor. Aynı
ağır hava Çanakkale şehitliğinde de var, Srebrenitsa’da da. Öldüren değişse de ölen aynı; biz..
Kelbecerlisi, Kerküklüsü, Trakyalısı, Egelisi, Bakülüsü kanlarıyla beraber ıslattıkları o mübarek vatan
toprağında koyun koyuna yatıyor. Karabağ’da Hakk’a kavuşanların hemen yanı başında yüz yıl önce
kardeşlerine yardım için Anadolu’dan Bakü’ye koşan kahramanlarımızın mezarları var. Hemşerilerimize ait
mezarlara rastladıkça duygu yoğunluğu bir kat daha artıyor. Ellerimizde karanfil, dillerimizde dua. Şehitlerimizle
vedalaşıyoruz.
Programın ikinci gecesinde Türkiye Büyükelçiliğimizin bizler onuruna verdiği yemekte Azerbaycan
Yazarlar Birliği Başkanı -Azerbaycan’daki ifadesi ile- Anar Müellim’in sonunu şükürle bağladığı şu cümleler
akıl çivisinde bin yıl kalacak türdendi:
“1980’de Mehmet İsmail ile birlikte gittiğimiz Moskova’da bir Türk görürüz ümidiyle saatlerce Türkiye
Büyükelçiliğinin etrafında dolaşmıştık. Şimdi binlerce şükür ki sizlerle aynı masada yemek yiyoruz, bir birimize
şiirler okuyoruz.”
Bu gecede ev sahipliğimizi üstlenen Kültür ve Tanıtım Müşaviri Seyid Ahmet Arslan ve değerli eşleri bir
an olsun yanımızdan ayrılmıyorlar. Ve yine şiir ve yine müzik… Her bir mısrada, her bir notada buram buram
hasret. Gecenin yıldızı yine tartışmasız Cemal Safi hocamız. Hem ev sahiplerimiz hem bizler, yol arkadaşları
büyük bir keyifle diniliyoruz onu. Otele dönüyoruz. Sabah Nizami’nin memleketine doğru yolculuk var çünkü.
Bakü aşina bir şehirdi. Belki televizyonlarda gördüğüm için, belki adını sık sık duyduğum için. Sebebi ne
olursa olsun Bakü’yü biliyordum. Düşünmüştüm, hayalimde canlandırmıştım. Ama Gence şehir olarak bana çok
yabancıydı. Çünkü Gence ile ilgili bildiklerim taştan, topraktan, binadan daha ziyade üzerinde yaşayanlar ve
yaşayanların yazdıkları ile alakalıydı. Hatta benim için Gence şehir değil şiirdi.
Gence Leyla ile Mecnundu, Gence Hüsrev ile Şirindi velhasılı Gence, Nizamiydi.
Kahvaltı sonrası çıkıyoruz yola. Yollar Türkiye’nin on, on beş sene önceki yolları gibi. Ama yolların
kenarlarında gördüklerimiz yabancı. Toprak, sanki bütün zenginliğini altına gizlemiş. Üstü kupkuru haki bir
zemin. Toprak altındaki petrol- Azerbaycan Türkçesindeki adıyla neft- ağaçların, çiçeklerin, otların kökleriyle
beslenmiş gibi. Yol kenarlarında tek ağaç yok.
Birkaç saatlik bir yolculuktan sonra Gence yakınlarında duruyoruz. Daha doğrusu durduruluyoruz.
Durduranlar hatırı sayılan kişiler. Makam araçları, siyah Mercedesler. Gelen Kelbecer valisi ve Aşık Şemşir
mahdumu Kamber Şemşiroğlu. Şaşkınlığımız had safhada. Türkiye’de genellikle valiler şiir programlarına
katılmazlar, hele hele şehirlerinin girişlerinde şairleri karşılamak gibi bir adetleri yoktur. Ama burası başka.
Yazımızın başında da söylediğimiz gibi burası Kaf Dağı’nın arkası.
Gence’deyiz. Şehrin girişi Nizami’nin eserlerinin dev heykelleri ile dolu. Sadece onun değil bir çok büyük
şair ve yazarın anısına yüzlerce anıt. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, sadece Gence’deki şair ve yazarlara ait
abide sayısı Türkiye’deki sanatçı heykellerinin tamamının sayısından fazla.
Kerem ile Aslı hikayesinin kahramanı Kerem’in babasına ait olduğu söylenen mezarın önünden geçerek
öğle yemeği yiyeceğimiz otele gidiyoruz. Yine rağbet, ikram olağan üstü. Yine yüreğimiz şiir ve Nizami dolu.
Genceli Nizami’nin Türk şiirine katkısı ve etkisi tartışılmaz. Çünkü şiire hem doğrudan hem de dolaylı
yoldan hizmet etmiş. Yazdıkları malum, bir de yazdırdıkları var Nizami’nin.
Gerçek adı İlyas Bin Yusuf olan Nizami’nin ölümsüz eserlerinden biri de Leyla İle Mecnun mesnevisidir.
Şark kültürünün en eski konularından olan ve Nizami’den önce de sonra da defalarca yazılan bu hikaye
1188’de Nizami’nin elinde adeta yeniden hayat bulur. Ancak bu çalışmanın asıl yazılış maksadı tam dört yüz yıl
sonra ortaya çıkacak ve Dünya edebiyatının en güzel aşk hikayesinin yazılmasına vesile olacaktır.
Şöyle ki; Nizami’den asırlar sonra ve çok farklı bir coğrafyada yaşayan bir şair katıldığı bir şiir meclisinde
Nizami’nin Leyla ile Mecnun mesnevisi için söylenen; “bu güne kadar yazılan en güzel mesnevi, bundan sonra
da bu kadar güzel bir eseri kimse yazamaz” cümlelerine çok alınır. Derhal Leyla ile Mecnun hikayesini yazmaya
başlar. Eserini tamamlandığında Türk ve Dünya şiirinin en güzel aşk hikayesi ortaya çıkmış olacaktır. Bu şair;
“Dest bûsi arzusuyla ger ölürsem dostlar,
Kuze eylen toprağımdan sunun anınla yâre su” ( O sevgiliyi öpmek arzusu ile ölürsem, bedenim çürüyüp
toprağa karıştıktan sonra o toprakla testi yapıp sevgilime su verin. Böylece onun dudağına dokunmuş
olacağım) diyen Fuzuli’dir.
Nizami toprağında Fuzuli’yi de andıktan sonra Aşık Şemşir Ocağında bizi bekleyen kalabalığın huzurunda
idik. Biz şiir okuduk, Azerbaycanlı kardeşlerimiz mısralarımızı şarkılarla, danslarla tatlandırdı. Gece 12 de biten
programdan sonra Ermeni sınırına, Tovuz’a doğru yola çıktık.
Arabanın her santimetre karesine bin neşe düşüyor. Şarkılar, türküler espriler. Seyahatimizin her anında
yanımızda olan Azerbaycanlı ünlü ses sanatçısı İlham Askeroğlu’na 22. Dönem Burdur Milletvekili şair-yazar
Doç. Dr. Süleyman Çoşkuner eşlik ediyor. Gece yarısı saat 02.00 gibi Tovuz’dayız. Otele yerleşiyoruz ama
kimsenin uyumaya niyeti yok. Cemal Safi hocamıza Gence’de hediye edilen saz elden ele dolaşıyor. Şair
arkadaşlar, şiir sözden daha ziyade musikiye yakındır” diyen Ahmet Haşim’i haklı çıkarırcasına bir birinden
güzel türküler söylüyorlar..
Sabah kahvaltısından sonra Tovuz sokaklarındayız. Küçük ama düzenli, şirin bir şehir. Aynı zamanda
Ganire Hanım’ın doğum yeri. Bakü’ye 360 km mesafede ve Türkiye ile Orta Asya’yı bir koridor halinde bölen
Ermenistan sınırında. Biz de sınırdaki askeri birliklerden birine gidiyoruz. Ermenilere karşı Türk Toprağına göz
kulak olan, siper olan askerlerle bir araya gelecek olmanın yakıcı heyecanı var gözlerde.. Ve birliğe varınca
anlıyoruz ki heyecanlı olan sadece biz değiliz.
Yüzlerce asker ellerinde Azerbaycan ve Türkiye bayrakları ile bizleri bekliyorlar. İki bayraktaki “al aynı,
hilal aynı”. Fotoğraf, Azerbaycan’ın ilk Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’in “iki devlet bir millet” sözünün
büyüklüğünü gösteriyor.
Yabancı bir yerde değiliz. Her şey bildik , her şey tanıdık. Yüzler aşina, cümleler şiir tadında. Elimizden
geldiğince bütün askerlere ulaşmaya çalışıyoruz. Birliğin komutanı Albay Berhudarov yanımızdan bir an olsun
ayrılmıyor. Harp okulunu Türkiye’de bitirmiş. Ona bakınca vatan emin ellerde diye düşünüyor insan. Bölge
valisi Tofiq Zeynalov’un da aramıza katılması ile program başlıyor. Yine şiirler okunuyor. Ama genellikle
kahramanlık şiirleri. Program, İlham Askeroğlu’nun okuduğu ; sözleri Ahmet Cevat’a -Azerbaycan milli marşının
da yazarıdır- bestesi ünlü müzisyen Üzeyir Hacıbeyli’ye ait olan Çırpınırdı Karadeniz şarkısı ile sona eriyor.
Şimdi veda zamanı. Albay, bütün misafirlere askeri kıyafetler hediye ediyor. Bayraklar veriyor. Öpüp
başımıza koyuyor, gönlümüzde saklamaya söz veriyoruz.
Dönüş yolundayız. Akşam Bakü’de, İstanbul uçağında olacağız. Belki yorgunluk, belki ayrılık hüznü. Ama
dönüş yolunda kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Gence Havaalanı, Gence’den Bakü Havaalanına geliş ve Bakü
Havaalanındaki birkaç saatin ardından İstanbul uçağındayız. Güneş, batının ufuklarında, biz onun takipçisiyiz.
Güneş bizden hızlı, yetişemiyoruz ona. Ama en yakın zamanda güneşin doğduğu yerde; Kaf Dağı’nın
arkasında yeniden buluşmak için sözleşiyoruz arkadaşlarımızla.
Ve anlıyoruz ki, Sivas’ın doğusuna geçmeden Anadolu’yu, Ata Yurdu’nu dolaşmadan Türklüğü anlamak
mümkün değildir.
Teşekkürler Ayşe Paslanmaz, teşekkürler Ganire Paşayeva . Teşekürler yol arkadaşlarım, teşekkürler
Azerbaycanlı kardeşlerim…